BİR GÜNÜN SONUNA DOĞRU HANIMELLERİ


annemin sesi
                  telefonda 

   iyiyim
          iyiyim 

deyince


değişiyor kalbimin ezgisi

dalgalarla boğuşmaktan
kurtuluyor sandalım


kıyıya çekiyorum kürekleri


sakin bir koyda
           yere basıyor ayaklarım


                                                                               enver topaloğlu
"Enver Topaloğlu sürekli birinci tekil şahıs üzerine kurulu ifadelerle açılıyor şiire… Topaloğlu’nda bir diyalog sürüp gidiyor. Sorularla yüklü bir zamanı işaret ediyor bizlere. Okur bir “giz”in içinde kalıyor. Sadelik her iki şairde de öne çıkan bir özellik. “her şey birinin saati sormasıyla başladı… / sonra günü sordu, sonra ayı, sonra yılı sordu… / gül dururken, yol dururken, dururken kendisi.” (Enver Topaloğlu)
Topaloğlu, “Yeni Bir Yurt Yok Yeni Aşk da” derken Kavafis’e göndermede bulunur; sıkıntı, sorgulama, arada kalma hali şiirinin genel atmosferini belirleyen unsurlar. Dilin yalınlığı ve sadeliği anlam katmanlarını çoğaltıyor. Şiirimizde semantik (anlambilim) açısından incelenmesi gereken belli bir yalınlığa ulaşmış genç şairler var: Kadir Aydemir, Onur Caymaz, Gökçenur Ç.… Enver Topaloğlu, Türkçenin huyunu iyi biliyor; dile onunla tanış olduğu, anlaştığı kıyılardan giriyor. Zorlamadan, hafızasında birikenleri kargaşaya düşmeden kâğıda indiriyor. “Divane”de sadece “deli” manası saklı değil; sanki bir “divançe” göndermesi de saklı. Topaloğlu’nun son kitabı “Divane”yi okuduktan sonra şunları not ettim:
Kendini tamamlamak isteyenlerin toplandığı o güneşli avluda, söze gelen çoğu şeyin bizden vaktiyle ayrılmış olan şeylere komşu olduğunu biliriz. Biliriz arzunun kesik başlar halinde aktığı dünya yamaçlarını. Orada çıkılacak yerden inilir hatıraların tozlu patikalarına. Söz yalın ise sükût derindir; bu derinlikten kopar harf harf bertaraf ettiklerimiz. Dîvâne: deli; budala, alık. Türkçe sızlanmanın kıyılarına varmak bile alafranga çığlıklardan daha fazla ses getirir, orada. Dünyanın bize giydirdiği libaslar, söz sayesinde bir kat daha perçinlenir üzerimize. Öyledir, şeylere hayatiyet veren, onları gündelik hayatımız içine düşen fiillere muhatap kılan “söz”dür. Söz ki, başı vurulacak olanın boynuna kılıçtan önce davranır; söz ki baş alır baş vermez çoğu zaman. Amcanızın cenazesinde amcanızın oğluna “başın sağ olsun” der demez telefonu çalıyor; yüzlerce kilometre uzaklıktan hiçbir akrabalık, hısımlık bağı olmayan biri de aynı ifadelerle ilgisini beyan ediyor. Dil, bizim onunla kurduğumuzdan çok, o bizimle yakınlık ve ilişki kuruyor; yaban olanın, hatıraların dışına taşanın işini daha çok görüyor sanki. O halde herkese aynı ölçüler ve imkânlar içinde bahşedilmiş bir iletişim düzeneğini başkalarından sıyırarak (aynı zamanda o başkalarını da içine alacak şekilde kullanarak) nasıl bize ait kılabiliriz? Bu soru burada otursun şimdilik. Yalınlık riskle alışveriş içinde olmayı dayatır; gizem denilen, yüzünde hançer iziyle gezdiği halde herkes tarafından el değmemiş bir tenha sayılan, yaslı patikada alnına biriken teri sile sile güneşle konuşmayı gerektirir. Yunus bu gizeme varmıştır, yüzlerce yıl önce. Görünmeyeni sözün görünen yüzüyle anlatmıştır; ve böyle olduğu için yalın olanın yalın bir araçla ifade edilmesi çağlar boyunca bu durağa varmak isteyenlerle muhabbetini sürdürmüştür. Çünkü yalınlık kendini tamamlayınca geride olağanüstü bir “derinlik” bırakabilir. Benzetmeler, tarizler, tekrarlar, mecazlar arasında boğulmayacak tek şeydir yalınlık; çünkü bütün anlam ve söz sanatları yalın olanı iletebilme isteğinin “zorluğu”ndan neşet etmiştir. Sözü, aslından aşırmak, örtmek ve dolayısıyla sözle, ilişki kurulan nesne arasına duvar örmek; gösterilecek olanın çarpıtılmaya hazır hale getirilmesi demektir. Bütün sıkıntı yalın olanın hükmü karşısında duyulan çaresizlikten kaynaklanıyor belki de. Bugün “yalın” olana “yılan” gibi davranmamızın sebepleri içinde bu çaresizlik var mı acaba?
Enver Topaloğlu’nun son kitabı Divane (Digraf Yay. 2006)’yi okuyunca bütün bunları düşündüm. Topaloğlu Türkçeyi sadece gündelik dilin havzasından derleyip kâğıda indirmiyor; kendimizi ifade edemediğimizi düşündüğümüz tamlama ve sözcük gruplarını “kendimizi ifade ettiğimizi düşündüğümüz” köşe başlarına, ayrılık hatlarına konuşlandırarak yeniden bir “tazelik” haliyle, durulukla tanıştırıyor. Bir yönüyle de didaktik ve anlatımcı bir şiir özelliği gösterir Topaloğlu’nun şiiri: “aşkın bilinciyle ıslan / acının bilinciyle çatla / hüseyinle Hüseyin kaldımsa / bırakmadılar beni ben olmaya / iki gardiyanım oldu hep / biri din biri devlet / biri ulus biri ümmet”. Enver Topaloğlu, sıkıntının şiirini yazıyor. Tiyatral bir hava var yazdıklarında; sözün etrafında kurulan, sözün kurduğu bir dekor. Evet tiyatral bir hava."
(şeref bilsel, akatalpa dergisi)
Enver Topaloğlu ile 'Divane'yi konuştuk
'Bu isyanı bastırmak zor'

Dergilerdeki şiirleri ve daha önce yayımlanan 'Yakamoz ve Tebessüm', 'Kristal Kral' adlı yapıtlarıyla tanıdığımız Enver Topaloğlu'nun son kitabı 'Divane', Digraf/ Şiirden Yayınları'ndan çıktı. Kitapta, şairin '2002 Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü'nü aldığı 'Pervaneler Kadar'la birlikte 'Güle Dönüş' ve 'Kıyıya İnen Yol' adlı dosyaları yer alıyor. Uzun bir aradan sonra üçüncü kitabı yayımlanan şairle, 1993-2000 yılları arasında yazılan şiirlerin yer aldığı kitabı 'Divane'yi, günümüzün şiir ortamını ve sorunlarını konuştuk.

Mesut AŞKIN

-Sevgili Enver Topaloğlu, yeni şiir kitabın 'Divane', aklıma iki şey birden getirdi. Biri divançe, yani küçük şiir mecmuası. Diğeri de delilik. Buradan bakarsak 'Divane'nin bir amacı da okuru deliliğe davet etmek diyebilir miyiz?
- Bir şiir kitabına seçilen ad, ait olduğu dilin çağrışım olanaklarından her açıdan yararlanma isteğinden ayrı düşünülebilir mi? Ben şiiri, düş gücünün ve düşüncenin başka türlü parlasa, asla vermeyeceği ışığı vermesi olarak da düşünürüm. Divane adının çağrışımlarıyla ilgili olarak söylüyorum bunu; isteyen imgeleminde şöyle bir resim bile oluşturabilir: Divandaki deli... Ama günümüz insanının önemli bir kesiminin sosyal, kültürel koşulları düşünülünce divandaki deli olmaması için bu hayattan razı olması gerekiyor... Onun için bana göre 'Divane' insanın hem sosyal, hem bireysel düzlemde hayatın bugünkü durumundan razı olmamasını da ifade ediyor...
"Düşünme, ancak yüzyıllardır yüceltilmiş olan aklın, düşüncenin en dik başlı düşmanı olduğunu öğrendiğimizde başlar" diyor Heidegger. Bu alıntı, sanıyorum "Divane", okurunu deliliğe davet ediyor mu sorusuna verebileceğim en iyi karşılık.
- 'Divane'de yer alan şiirler, kitapta da belirtiliyor, 1993'ten 2000 yılına kadar yazdığın şiirleri bir araya getiriyor. Şiirleri bir kitapta toplamak yazılmış şiirlerden kurtulma kapısını açar mı?
- Şiir kelebeği şiire hak ettiği değeri veren dergilerde yerini aldığında kozasından çıkar, kitap olarak yayımlandığında uçmaya başlar... Şiir hızla tüketilecek bir sanat ürünü değil. Bir edebiyat türü zaten hiç değil; özellikle vurgulamak istiyorum. Şiir bana göre aslında bir düşünme biçimi. Bu düşünme biçiminin, bugünün tüketim sistemiyle ve ona koşut oluşmuş tüketim hızıyla alışverişe girmesi de yapısı gereği söz konusu değil diye düşünüyorum.
Yayımlamanın daha çok okur karşısına çıkmakla ilişkisi var. İster dergilerde, isterse kitap olarak yayımlansın, şiir sahneye çıktığı anda, şair onun meleği olur. O zaman da şiirin meleği olduktan sonra, okuru şairi göremez, ama varlığını duyumsar... Şiir, şairini sahneye çıktığında sahnenin dışına iter demek istiyorum...
AÇIK BİR KİTAP...
- 'Pervaneler Kadar'ın ikinci bölüm başlığı 'Beyaz Pelerinli Bir Yalan'daki Şermin, Hüseyin ve yağmur konuşmasında eskileri kuşatmış olan havanın soluğunun bugüne değip geçtiğini gördüm. Sesler duydum. Duyduğumuz seslerde artık susmuş olanların yankısı yok mudur? 'Pervaneler Kadar' on yıl önce yazılmış olmasına karşın bugüne denk düşen açık bir defter gibi...
- Açık bir defter, açık bir yara... Ama bunların yanı sıra artık açık bir kapı olarak duran kapaktan içeri rahatlıkla ulaşılabilecek açık bir kitap. 'Divane'yi ve orda yer alan hem kimi parçaları, bölümleri hem de o bölümlerle kitabın bütününü oluşturan dosyaları böyle değerlendirmeli. Her şeyi kapalı bir toplumda, bu kadar açıklık vurgusu aslında tezat gibi görünebilir. Hatta 'olmayana ergi' diye de yorumlanabilir. Ama şiir, zaten var olanın içinde olmayanın boşluğunu göstermez mi? Şiir boşluk yaratmaktır. O boşluğu sanırım bu yoldan geçerek oluşturuyor... Unutmaya karşı bir direniş imkânı güçlü bir bellek; toplumsal ve de bireysel, oluşturulmasını ben de önemsiyorum. Ancak her şeyi belleğin sandığına tıkıştırmaya da çalışmamak gerekir diye düşünüyorum. 'Pervaneler Kadar' gibi 'Divane'de yer alan 'Güle Dönüş' ve 'Kıyıya İnen Yol' da bir hatıra ambarı olarak tasarlanıp yazılmadı. Bir hatıralar sandığının açılıp saçılması da değil. Tarihsel perspektifi kaybetmeden öznenin hem kendi içinde, hem sosyal ilişkileri bağlamında; hem varoluşunun hem de var olma halinin epistemik olmaktan çok, ontik yönleriyle irdelendiği bir deneyim, deneyimlerinin izdüşümü. Bu uğraşa koşut gelişen duyarlılığa bağlı, melalin yazdırdığı şiirler.
- "Deliler hayvanlar gibidir, iyi olmayanı hissederler" derim ben hep, ne vakit bir şairi düşünsem ya da görsem işte bir deli derim. Divane'deki dördüncü bölümde "Kim kaldığı yerden dönebilir rüyaları"na diyorsun. Bu gündelik dille konuşan, verili dünyanın sunduklarıyla yetinen aklın sorusu olamaz. Sanki insanı geçmişe, o kendimizi çok az iyi hissettiğimiz anlarımıza götüren, orada olmak isteten bir dize. Ne dersin?
- Şiirin diliyle rüyanın dili aynı değilse bile söyledikleri birbirine çok yakın. Şiir yazmak niçin bitmemiş rüyaları tamamlama uğraşı da sayılmasın. Rüyada olmak ya da bazen rüyada kalmak dünyaya kafa tutmaya da dönüşebiliyor.
'ÖTEKİ' BENİM DE SORUNUM
Gündelik dilin tek boyutlu anlatımına karşı geliştirilmiş çok çağrışımlı ve katmanlı ifadeyle delilik dili arasında koşutluk bulunabilir. Buna hiç itiraz etmem, çünkü ben şiir dilinin tek anlama indirgenmesinden yana değilim.
- Yine kitaptan bir dize: "Neden bulamıyorum varsan." Bu dizede hem kendine, hem bana (okura), hem ötekine sesleniş var. Ötekini anlatırken kendinde bulamadıklarını, yani yitirdiklerini, ötekinde bulduğunu söyleyebilir miyiz? Bu aynı zamanda dile getirilen ötekiyle ve kendinle bir eşitlenme arzusu mu?
- 'Öteki' sorunu bu söyleşinin sınırlarına sığmayacak kadar kapsamlı bir konu. Descartes'ın 'ben'ine karşı Levinas'ın tezleriyle tartışma gündemine gelen 'öteki', modernizmin de kriz odaklarından biri. Başka bir bağlamda uzun uzun tartışabiliriz. Şunu da ekleyeyim: Evet, benim de bir hayli meşgul olduğum, üzerine düşündüğüm sorunlardan biri 'öteki', 'ötekilik'. Şairin yoğun bir biçimde üzerinde düşündüğü, meşgul olduğu konuları, sorunları da şiirlerinde izlek edinmesi olağan değil mi?.. Ben de öyle yaptım. Çağrışımları bakımından zengin, yan anlamlar üreterek genişleyen bir şiirin okurla girdiği ilişkide kalıcılık sağlayabildiği kanısındayım...
- Benjamin der ki "Düşünce ilhamı öldürür, üslup düşünceye gem vurur, yazı üslubu ödüllendirir".
Sen de şiirlerini edebiyata değil de kalbini hayata döndürerek yazan şairlerdensin. 'Divane'nin şiirleri bu izlenimi verdi bana. Şiir yazarken kimden yana oluyorsun?
- Elbette ki şiirden yana oluyorum. Kitaptaki şiirleri yazdığım süreçte, en çok divanelerden yanaydım, ki hâlâ da öyleyim. Yeni şiirler yazarken tarafım değil, belki tavrım değişiyor. Şair şiiri oluştururken ya da yazarken doğal olarak ortaya şairliğini koyar. Ben şairin şiirden başka hesaplar içinde olduğunu, olacağını sanmıyorum. Tanıdığım, bildiğim bütün şairlerin de gördüğüm, bildiğim kadarıyla şiirden başka hesapları yok.
- Yayın dünyasında özellikle şairin ve şiirin sorunu olarak gündemde ön sırada yer alan basım ve dağıtım engelleri vb. güçlükleri de göz önüne alarak soruyorum, hâlâ şiirde ısrar şairin poetikasında etkili olmakta mıdır?
- Şiir artık bir kafa tutma, inatlaşma haline geldi diye düşünüyorum. Sanatın doğasında var olan çatışma ruhu ağırlıklı olarak şiirde varlığını sürdürüyor hâlâ. Bu yüzden belki de pazardan ve pazarlıktan dışarıda; okuruyla buluşmayı sağlayacak değişik kanalları her zaman oluşturulabilir. Sistemin şiirle sorununun başında dilinin kontrol edilemezliği geliyor. Elbette onu sisteme teslim etmeye niyetli şiir ajanları, komisyoncuları da yok değil.
Fakat şiir bir başkaldırı olduğu ve öyle kaldığı sürece onu ne yayıncı engeli, ne dağıtımcı kaprisi teslim alabilir... Dilin bizzat kendisinin sorunlu, arızalı olduğu, tarihsel birikimi, deneyimi zengin bu coğrafyada şiir, baş belası olmaya daha uzun bir müddet devam eder... Deneyimler gösteriyor ki bu isyanı bastırmak zor... Divane/ Enver Topaloğlu/ Şiirden Yay./ 128 s.

YURDUM BENİM ŞAH DAMARIM

Ahmed Arif şiirini sevenler için olduğu kadar şiirimizi değişik amaçlarla takip edenler için de önemli bulduğum, kesinlikle ilgilenmesi gerektiğini düşündüğüm, sevindirici ve coşkuyla karşılanması gereken bir gelişme... Everest Yayınları şairin daha önce kitap olarak bir araya getirilmemiş şiirlerini Yurdum Benim Şahdamarım adıyla yayımladı. Kitabın sonunda Veysel Öngören'in söyleşisi, Metin Demirtaş'ın bir anısı ve Adnan Binyazar'ın şairin ölümü üzerine yayımlanmış değerlendirme yazıları da yer alıyor. Kanımca şairin yeni kitabı şiir çevrelerince sürpriz olmayan, ama önemi ve değeri tartışılmayacak bir armağan sayılacaktır. Benim için öyle oldu. Şairin yeni kitabı (bu yeni sözcüğünü tırnak içinde yazmak gerekir mi) sunduğu şiir ziyafetinin yanı sıra Türkçede şiiri şiir, şairi şair yapan özellikleri taşıyan adıyla ilgili düşüncelerimi gözden geçirmemi, görüşümü zenginleştirmemi sağladı. Sonra...
Bana bir şairi bir başka şairin dizeleriyle göstermesi ilginç gelir. Onun için belki de ötekilerin her türlü tanımından daha önemli sayarım bir şairin bir başka şaire yaklaşımını, bakışını. O bakışta şaire mahsus bir sihir duyumsarım. Cemal Süreya'nınki gibi: "Bir şair: Ahmed ArifToplar dağların rüzgârlarınıDağıtır çocuklara erken"
Ahmed Arif dilinin kıymetini bilmiş, onun gereğini hassasiyetle, örnek olacak bir tutumla yerine getirmiş bir şair. Öyle ki bir dilin kıyısında anadilini yaşarcasına var olmuştur. Anadili kadar duru ve yalın kullanabilmiştir. Dili böylesine güçlü ve sağlam bir şair olmak şiirini bayraklaştırmıştır. Adındaki son harfin anadiliyle kültür dili arasındaki uzaklığa işaret ettiği söylenebilir mi?.. Ne denirse denilsin şu bir gerçek ki Türkçeye sevdalı bir Kürt şair olarak şiirimizde anıtlaştı. Ahmed Arif ve şiirleriyle ilgili öne sürülecek her türlü sav Türkçenin bütün bir şiir birikimini de ilgilendirir...
Ahmed Arif'in şiiriyle ilgili yazılmış birçok deneme, inceleme, söyleşi vardır. Bu yazılardan çıkan sonuç, onun solgun bir halkın onurlu şairi olduğudur. Hasretinden Prangalar Eskittim kitabında yer alan Cemal Süreya'nın yazısında, Ahmet Oktay'ın Karanfil ve Pranga kitabında olduğu gibi...
Şiirlerin dergilerde yayımlandığı tarihlerden yıllar sonra kitaplaşması ve tek kitap dışında şairin suskun kalması şiirdeki yerinin zayıflamasına yol açmamıştır. Tek kitabıyla, daimi şiir okurunun yanı sıra, yolu kısa bir an için şiire düşmüşlerin de buluşur buluşmaz en sevdiği şair olmuştur. Hasretinden Prangalar Eskittim kitabının baskı adedi buna kanıt gösterilebilir. Bir şiir kitabının tirajının meşru ve gayri meşru baskılarla ulaşabileceği en üst rakama ulaşması küçümsenmesi imkânsız ve derslerle dolu bir başarıdır. Peki evindeki kitaplıkta şairin adı deyimleşen bu kitabını bulundurmayan kaç kişi vardır, var mıdır? Okurun ilgisi, sevgisi karşılıksız değildir:
"Ne alnımızda bir ayıpNe koltuk altındaSaklı haçımız.Biz bu halkı sevdikVe bu ülkeyi.İşte bağışlanmazKorkunç suçumuz..."
Hanidir varlığı bilinen fakat bir araya toplanmayan şiirlerin kitaplaşmasında sevindirici çok şey var elbet... Belki yıllardır bekleyenleri bile vardır bu şiirlerin. Böylece yüzleri gülmüştür artık. Nihayet tek tük orda burada okudukları şiirlerin kitaplaşmasıyla içleri rahat etmiştir. Haksızlığa, zulme başkaldırının onurlu, gürlek, dupduru diliyle, sevdanın keskin ve hassas kelimeleriyle yazılmış dizelerin okunacağı bu sonbahar ve belki kış çok şiirli geçecek. Geçmeli...
Otobüslerde, trenlerde, vapurlarda, tramvaylarda, "varoşların sorumlu sıkıntılı araştırıcı gençliği"nin ev içi sığınaklarında, öğrenci yatakhanelerinde, bekâr odalarında, deniz kenarında, parkta çay içerken, şarap yudumlarken... Şiir okunan her mekânda, her ortamda Yurdum Benim Şahdamarım kitabı açık olacak... Açık olmalı... Yunus Emre, Pir Sultan ve ille de Dadaloğlu, sesiyle, duygularıyla, düşünceleriyle aramıza dönsün, yüreklerimizi ateşlesin yeniden... Ahmed Arif'in şiirleri okuruna bu daveti sunar. Yurdum Benim Şahdamarım da bu davet için yeni bir imkân... bu davet barışa olduğu kadar şiire de ihtiyacımızın olduğu bugünlerde geri çevrilebilir mi? Kitaplığınızdaki ve belleğinizdeki Hasretinden Prangalar Eskittim şiirlerinin yanına Yurdum Benim Şahdamarım'ı da koyun... İlk kitabın ilk şiiri Sevdan Beni'yle başlayıp iki kitabı birlikte okuyun...
                                                                   enver topaloğlu
yazmak dille dans etmektir.